Kategori arşivi: anadolu

Babakale

Güneş’in batarken üzüldüğü yer – Babakale

Şehir yaşamından ara ara bunaldığınızda ,  şüphesiz aklınıza ilk olarak , Anadolu’nun bir köyünde yaşamak gelir.Her lezzetin ve ilişkilerin doğal olduğu, olabilidiğince samimi içten ,  herkesin birbirini tanıdığı yeşillikler içinde bir yer.

Bu sadece düşüncede kalsa da , Anadolu’da böyle yerler bulmanız kaçınılmaz.

Belki bir haftasonu kaçamağı için böyle yerler çok ülkemizde.

Arabaya atladığınız gibi ,  hemen yakın yerlere kolaylıkla , günü birlik de olsa gidebilirsiniz.

Ama size öyle bir yer anlatacağım ki ,  inanın kısacık sürede bitirseniz dahi ,  havası suyu, doğası ile günlerinizi hatta yıllarınız bile geçirebilirsiniz.

Yani demem o ki ,  yerleşmemeniz kaçınılmaz.

Şimdi gözünüzü kapatın ;

Haritayı düşünün ve Anadolu’nun en batı ucunu işaretleyin…

Bu yazı dizisinde birlikte  Babakale’ye gidiyoruz.

Babakale Anadolu’nun en batı ucu olan Bababurnu’na kurulmus,  Ege’nin en batı ucu ,

Anadolu’nun da, hatta Asya kıtasının.

‘’Güneşin üzülerek de olsa en son battığı yer’’ diye adlandırmış yerli halk.

650 kişilik nüfusu ve 220 hanesi ile bir dağın eteğine kurulmuş, batı ucunu da engin Ege denizi’ne yöneltmiş.

Bu hane sayısından 40 ise ahır olarak kullanılmakta.

Yani 180 hane birbirleri ile yıllardır barış ve huzur içinde yaşıyor.

Sanki bir film seti kıvamında yerleşkesi,

Yoğun tarihi olaylara şahit olmuş Babakale’nin tarih sayfasına girişi ise bir hayli ilginç ,

1723 yılında fırtınadan kurtulmak icin Babakale’nin doğal limanına sığınan padişah lll.

Ahmet’e dert yanan Babakaleli’lerin dertlerine derman olmak için padişah , Vezir Damat

İbrahim Paşa’yı , yörenin güvenliğini sağlamak için görevlendirir.

Vezir Damat İbrahim Paşa da Kaptan-ı Derya Mustafa Paşa’yı durumu düzeltmek için yetkilendirir.

Hemen bir ferman çıkartılarak ,  ülkenin dört bir yanında bulunan mahkumların da,

Babakale’de inşa edilecek kale , çeşme, camii için görevlendirilir.Bu göreve gelenler inşaat

sonrası serbest kalmak üzere gönüllü olarak görev aldılar ve yerleşim de bu şekilde sağlanmış olur.

300 yıl öncesinde yapılmış olan Kalesi ,  hemen denizin kenarında.Kale’nin hemen kapı girişi ise köyün orta meydanı.

Bir evin ,  salonu gibi adeta.

Bu meydanda, 2 kahve göze çarpar hemen.Biri yazlık diğeri ise kışlık olarak kullanılıyor.

Babakaleli’ler , kışın tek sobalı kahvede , 25 kr’a çayları yudumlamanın keyfini yaşarken ,

gündüzleri ise balığa çıkıp ,  lezzetli Ege balıklarını avlamanın derdindeler.

Arkasında kocaman bir dağ var dedik ,  verimli ovalara sahip dedik ,  tarım olmazsa olmazlarından.

Zeytin ve zeytin yağı, ekonomisinin bir diğer dinamosu gibi adeta.

En yakın ilçe olan Ayvacık ,  tam 9 km uzaklıkta.Yolları tekli gidiş geliş olması , ulaşımı

kısmen zorlaştırıyor olsa da , dış dünyadan tamamen tecrit edilmiş gibi.

Yani , bizi bizeyiz gibi bir yer.

Haftanın sadece bir günü Ayvacık’tan bir doktor geliyor köye.

Perşembe günleri bakım ve kontrol günü anlayacağınız.

1 tane yerleşik kamu görevlisi var, o da şüphesiz okulda görevli öğretmeni.

Meydan’da tek bir sınıfı ile yıllardır eğitim ve öğretim neferliği yapıyor Babakaleli öğrencilere.

Mavi önlüklerini giyip, yokuş aşağı okulun yolunu tutan öğrenciler, sabah zili ile sınıfta yerini alıyor.35 civarında çocuk eğitim görüyor burada.

Her geçen sene ise sınıf mevcudu azalıyormuş köyde, duyduğumuz kadarıyla.

Kaptan-ı Derya Mustafa Paşa’nın , köye büyük katkısından olsa gerek ,  çoğu Babakaleli’nin adı, şüphesiz Mustafa.

Kime adını soruyorsan, Mustafa demesi hayli ilginç gelse de ,  Babakale için gayet normal.

Hatta birbirlerine lakapları ile sesleniyorlar.

Televizyon’un gelişi bile vizontele hikayesi gibi.O yıllarda binbir zorlukla dağın tepesine kurulmuş olan verici hala ayakta.

TRT’ninki ise daha bir yükseğe çakılmış.Şimdiki görüntülerin alınmasına vesile oluyor.

Babakale bıçaklarını biliyor musunuz ? Ülke çapında çok meşhurmuş, hatta özel siparişler ile yurtıdışına bile satıyorlarmış , bizzat orada öğrendim.

Bu işi yapan sayılı aileler kalmış köyde.El emeği, göz nuru babadan gelen meziyeti yapan 2 aile ,  küçük dükkanlarında hala alın teri ile ekmek parası derdindeler Babakale’de.

Samimiyet paha biçilemez Babakale’de.

Saat: 6.00 da uyanıp, köyü turlarken kahvede bir kalabalık görürseniz , bilin ki ,  Ayvacık’tan gelecek ekmek arabasını beklemektedirler.

Sıcacık ekmek ,  hemen araçtan alındığı gibi doğruca sofrada yerini alıyor..

Dar sokaklarının denize ulaştığı ,  incir ağaçları ile kapısı birbirine yakın taş evleri ile muazzam doğanın buluştuğu Babakale tam bir bütün eşliğinde

Peki ya lezzetlerine ne demeli ??

‘’Bir sabah kahvaltısını bu denli iştahla yediğiniz bir yer daha yok’’ desek yeridir.

Engin Ege denizine karşı ,  sofranızda mis gibi keçi peyniri ,  yeni kümesten alınmış yumurtalar ,bahçeden yeni toplanmış domatesler,kekiğin enfes kokusu, berrak zeytinyağı ile karıştırılmış acılı ezme ve lokum gibi zeytinler ile tadı damağınızda kalacak reçeller.

Akşam yemeği için de deniz ürülerini şiddetle tavsiye ederim.

Düşünün mesela ,  denizde yeni avlanmış, filato şeklinde servis edilmiş palamut, ahtapot ise canlı bir şekildeymiş gibi sofrada yerini alıyor.

Kalamarın büyüklüğü ise bir hayli ilgi çekiyor.

Denizde de bir yakamoz oldu mu demeyin o akşam yenen yemeklerin keyfine ve lezzetine.

Belki fonda Türk Sanat Müziği de oldu mu ,  işte o zaman Babakale’nin ne kadar doğru bir tercih olduğunun bir göstergesi gibi.

Şimdi açın gözünüzü ;

Babakale’ye gitmek istiyor musunuz ,  istemiyor musunuz ?

Ulaşımı çok kolay…

İlk durak önce Çanakkale ,  sonra da Geyikli üzerinden ,  Babakale…

Yolunuz açık olsun ,  Mustafa’lara selam ve sevgi götürmeyi de unutmayın.

Keşfe devam ,

Varlik

babakale-haritasiDSC_1775 DSC_1777 DSC_1780 DSC_1783 DSC_1786 DSC_1789 DSC_1792 DSC_1794 DSC_1795 DSC_1801 DSC_1802 DSC_1808 DSC_1811 DSC_1816 DSC_1827 DSC_1831 DSC_1859 DSC_1861 foto_raf 1 foto_raf 2 foto_raf 3 foto_raf 4 foto_raf 5 fotoğraf fotoğraf2

Trakya

Ani kararlar verir misiniz ?

Hani bir yere gideyim mi, gitmesem nasıl olur ? Ya boşver ne gerek var falan denir ya iste, öyle bir sürecti belki de benim yaşadıklarım…

Gerci önceden planlanmıstı , herşey rayında ilerliyordu ve de öyle olacaktı…

O sabah gözümüzü gün ağırırken açtık..Saat: 7.00 sularında uyandığımız gibi ,  buluşup doğruca Trakya yollarına koyulduk…

Gün her gecen saat, dakika saniye daha da kendini belli ediyordu Doğu’dan doğru…

Önce bir kahvaltı yol üzerinde..Börek çörek ile karın doyurmaca…

Sonrasında rotamıza koyularak Edirne yolunu tuttuk…

İlginc ki ,  yollar bombos, tek tük araba geciyor ,  kamyon bile nadirdi tüm yol boyunca..Halbuki TEM’de gitmenin verdiği mutluluk hızımızı cok da değiştirmemişti hani…En azından benimkini…

Edirne ,  Osmanlı’nın başkenti ,  tarihe tanıklık eden şehir , Avrupa’ya açılan kapı ,  gizem dolu, tutku dolu bir şehir…Ne denirse…

Hemen yanı ,  Avrupa..O süslü ,  sözde modernlik ,  batılılaşmışlık ve örnek gösterilen coğrafya…

Sanırsın ,  Avrupa olmazsa olmaz…

Hiç de bile…Hic farkı olmadığını gidin de görün…

Aksine ,  zenginliğin kültürün beşiğinde kaybolacaksınız Edirne’de benden söylemesi…

Öğle saatleri gibiydi varışımız.Sıcaklık da 30’lara demir atmışcasına , güneşin tam tepede olduğu vakti yakalamak da tamamen bir başarı olsa gerek.

Şehri turlama vakti …

Öyle bir hışımda tamamlayamamayı düşünmeden üstelik…

Selimiye Camii ilk durak ,  olmazsa olmaz,  uğramadan olmaz nadide bir eser…

Hayatınız boyunca yapılacaklar listesinde olmalı..

Mimar Sinan’ın çıraklık döneminde yapmış olduğu Selimiye ,  ilginç istatistiki bilgilere sahip…

4 minaresi olan camii’nin, o dönemde şehre giriş yollarından bakıldığında ,  3 minaresi varmış gibi görünmesi , tamamen mimari bir başarı olsa gerek…Nitekim minareler o kadar simetrik ki anlatılması güç…

İçi ise başka bir dünya…Mutlaka uğrayın,gezin görün ,  ibadetinizi de yapın…İnsanın tüylerini ürpertircesine bir yapıt…

Ve yemek vakti…

Farklı bir yere gelmişken nerde ne yenir sorusu , olmazsa olmazlarımızdandır…

Nitekim ,  cadde uzerinde kime sorduysak almıs olduğumuz aynı cevaba uyarak ,  Niyazi Usta’da solugu aldık…

Ciğerin hası , kralı …

Hem yapılışına şahitlik ettik ,  hem de afiyetle yedik…

İyi terbiye edilmiş ,  sinirleri alınmış ,  eşsiz bir lezzet…

Mutlaka yemenizi tavsiye ederiz…

Şehri turlarken  sokaklarında, caddelerinde , kaldırımlarında her an samimiyet görmek ,  içtenlik hissetmek sanırım sadece Edirne’ye özgü değil ,  Anadoluluğun getirdiği bir hissiyat olsa gerek…Ama başlı başına farkındalığı hissettiriyor Trakyalı da…

Bir de ‘ 2. Geleneksel Bando ve Ciğer Festivali’ne’ denk gelmek…Felaket şans desek yeridir…

Özetle Edirne ,  Sokaklarının ciğer koktuğu ,  misafirperverliğin hat safhada olduğu , biraz sahipsiz , yalnızlaştırılmış ama kocaman dünyası olan , bilinmeyenlerle dolu  nadide bir yer…

2. Beyazıt , tıp ve sağlık müzesine de uğramadan dönmeyin…Osmanlılar’da sağlık ve gelişim sürecine tamamen ışık tutan ,  inanilmaz  kolleksiyon abidesi bir yer…

Tıp biliminin tim incelikleri ile Osmanlılar’da tıp ve eczacılık bilimini öğrenmek için eşsiz bir yer…

Gelmişken Edirne’ye , sınır kapılarına da uğramamak olmaz ..Öyle ya biz de bir ayak basalım dedik Avrupa sınırına…

Heyecanla Kapıkule’ye direksiyon kırdık..15 km, 10 dakika sürdü sürmedi…

Tır kaynıyordu her yer…Giren çıkan , ilginc gorüntüler oluşturdu…

Gurbetçiler gidiyor ,  kimileri ise yeni giriş yapıyordu memlekete Bulgaristan’dan doğru…

Hemen sonrasında Pazarkule..Bu sefer de Yunanistan kapısı…

‘’Türkiye’ye hosgeldin tabelası’’..Tabi sadece Türkçe değil..Yunanca, Bulgarca, İngilizce de yok değildi hani…

Akşam Edirne’de kalacaktık…

Festivalden dolayı sokaklar dolu ,  korolar seslerini tüm sehre duyurmak icin belki bir kez daha sert sekilde basıyordu kemanın tellerine , üflüyorlardı flütleri bir kez daha…

İşin ilginç tarafı ,  Edirne’deydik ama ,  Yunanistan ,  Bulgaristan , komşu ülkelerden gelenlerle doluydu sokaklar…

Denilenin, düşünülenin aksine ,  Yunanlı , Bulgar, Türk kardeş…Buna bizzat şahitlik etmek de ayri bir güzel…

El ele, kol kola halaylar çekildi ,  belki biraz sirtaki belki biraz horon karışımı…

Ama hepsi harmanladı birlikteliği, kardeşliği dostluğu…

Keyifli geçen günün ardından ,akşam yemeği için de şiddetle Osman Usta’da köfte

yemelisiniz…

Veya Meriç Nehri’nin hemen yanında kurulu lokantalarda mola vermelisiniz…

İnegol ,  Akçaabat , Edirne köfteleri…

Her birinin ayrı yapılışı olsa da lezzetleri kendine has oluyor elbet…

Ama Selimiye Camii’nin yanında , Osman Usta’nın ilk mekanında bu tadı sakın kaçırmayın derim…

Ertesi gün ,  direksiyonu Krıklareli’ne oradan da İğneada’ya doğru kırdık…

Ülkemizin ne kadar zengin olduğunu bir kez daha görmek adına…

Önce düz ovaları aştık ,  peşine Yıldız dağları ve sonrasında Karadeniz uzaktan belirtti kendini…

Hemen Trakya’nın kuzeybatı ucu…

İğneada ,  kendini gizlemiş cennet gibi adeta.

Upuzun sahili 20 km’ye yakın kumsalı ile bulunmaz bir cennet…

Hele longoz ormanı ise muhteşem…

Sazlık gibi dursa da , dünyada diğer bir eşinin sadece Italya’da olduğunu bilmek de insanı heyecanlandırmıyor değil hani…

Uzak, evet çoğunlukla günü birlik gidilmesi güç bir yer… Ama bir an neden olmasın bile dedirtiyor insana…Değeceğini varınca anlarsınız..Benden söylemesi…

2 günlük seyahat veya tatil artık ne denirse ,  farklı birçok yer ve yaklaşık 700 km yol…

Keyifli bir seyahat olacak…

Rotayı takip edin ,

Bizden söylemesi ,

Kısa bir anektot ,

‘’’’’’Na’pıyon bea ??

Ahhynıı bea, sen na’pıyon bea ??

Ahhynı bea ’’’’’

Keşfe devam ,

Varlik Sezgin

Kuzguncuk

21.10.2011
Eve giderken rotayı Kuzguncuk’a kıvırmak…
Dizilere mekan aşklara konu olan Kuzguncuk’ta şirin bir yer Çitare…Yıldızdan gelen anlamı ile ışık tutar cinsten…Yılları devirmiş Kuzguncuk’ta Kuzguncuklu’larla..
Argun hoca ile ise yolları birleşmiş Ağustos’ta…Yaratıclıgı ve farkındalığı ile mekana samimiyet , dostluk ve sıcak bir hava katmış gelen her misafirine giden ana kadar tavırlarıyla, gülüşü ve sohbeti ile…
Bizden biri Argun , ilk mekanı Fıstıkağacı’nda ‘’Bizim Mekan’’ ne de olsa, kolay değil böyle havayı yaratmak , dolu dolu bir hayat bırakmış arkasında…Mutfak ilk dostu belki de en kadim olanı…
Şimdi de hünerlerini Çitare’de bir güzel sergiliyor , her yerinde bu kısa sürede ayak izi var , mufağın her yerinde parmak izi olduğu gibi…
Bu gece misafiri olarak Çitare’de birlikte olduk..’’’’’Sıcak şarap yapıyorum atla gel’’ demesi ile Kuzguncuk’un o dar sokaklarından geçerek mekana geldiğimde koşturmaca içinde buldum kendisini…
Sobayı yeni kurmuş , başına da bir tencere koymuş alttan ısınarak , içinde meyve kabuklarını da yerleştirerek odun ateşinde bir güzel hazırlıklara koyulmuş…
Çitare’nin hemen arka bahçesinde…5 metre ötesi İstanbul’un keşmekeşi, ama hemen arkası muhabbetin merkezi , sessizliğinizi dinleyebiliyoruz gözlerinizi kapatarak arka fondan gelen bir keman bir piyano melodileri ile…Sonsuzluk belki de bu belki de huzur yoğun geçen günün ardından bir durak noktası veya yeni hafta öncesi yenilenme yeri…
Dekoru ile havasını da soluyabiliyorsunuz…Ahşap kokusu hemen burunlara geliyor ki bugün sıcak şarabın meyve kabukları ile odun ateşinde pişirilmesi adeta bir şarabın meşeden yeni çıkma hevesini andırırcasına..
Sucukları da hazırlamış önceden hazır nar gibi kızarmaya…Soğuk havaların değişilmez menüsü , sucuk ekmek arası , yanında da sıcak şarabı…
Argun hoca’nın özenle hazırladığı şarabın her yudumunda emeği de yudumluyorsunuz afiyetle, alın terini hissediyorsunuz her kadehe değişinizde cebinizi yakmadan hem de…
Sucukların , kızarmış ekmekle servis edilişini de odun ateşinde hemen alevin üzerinde izlemek de görülmeye değer , sırtınızda belki şal belki montunuz , içiniz titreyerek birazdan da sıcaklığı hissedecek olmanın keyfi de paha biçilemez cinsten…
Her Cuma Cumartesi Pazar akşamları soba başında kadife gibi bir ortamda sadece müzik ve şarap isteyenlere duyurulur…

Varlik Sezgin