Istanbul…

Leb-i deryadır Istanbul…

Denizin kucaklasmıs oldugu sehirdir mutlulugu hüznü bir arada hissettigin…
Kimi zaman canını sıkar bakarsın dalarsın kimi zaman keşke herkese selam versem diye haykırırsın, ama yalnzssındır ama bir o kadar da cok oldugunun da farkında …
Her duyguyu olguyu bır arada yasarsın….
Sahilde balıkçılar takılır oltana, balıkçının oltasına bir balığın takıldıgı gibi…
Belkı bir daha bir daha dersin , ama o bir daha ne zaman gelecektir bilemezsin…
Yaşarsın öyle umarsızca, adımlarını kimi zaman boşa atarsın düşüp düşmemek arasında…
Mikropları da barındırır içinde , aman değmesin bana diye adımlarını hızlandırırsın…
Keyfın kaçmasın dıye belki sokağa bile cıkmazsın…
Ama hayat sokaktadır Istanbul’da unutma…
Iki dudağın arasındadır yasam ıste ISTANBUL’dur burası dudağındaki hayattır esasında…
Kendini ararsın bu kalabalıkta ,
Her adımda baska ümitlere yelken acarsın , yaslılıgı da genclige sadeliğe ve bir bakarsın ki en beyaz sadelikte gokyuzunde uyanırsın yine yalnız ama mutlu…
Iste Istanbul’dur burası , fırsatını bulursun kacmak ıcın ama bir o kadar da sebep ararsın öylece derin sulara bakarak gitmemek kopmamak için…
Ne farkın var ki diğerlerinden , kimi zaman feribotta anlarsın Istanbul’u kimi zaman kalabalık caddelerınde ,
Kimi zaman kuslara yem atarken , mutluluk paylasınca guzel oldugunu insanlardan anlarsın…
Sadesindir herkes gibi, ama bir o kadar ozelsındır yine herkes gibi…
Bır fılm karesi , sahnesi…
Hepsı senın elındedir , ya mutlu ol ya mutsuz ama unutma bır kere gelırsın hayata,
Kı Istanbul’daysan pasaklı bir kız cocugu ile gunduzlerı uyanıp gece yatıyorsan kıymetını bıl ,
Istanbul’dur burası yoktur bır baskası…

Yedigöller

Anadolu’nun kuzey, Karadeniz’in batısı , neler saklar içerisinde, ne güzellikler barındırır coğrafyasında…
Taze ekmekler, doğal ürünler , dup duru bir doğa, zengin coğrafya,eşsiz manzara , türü benzeri olmayan flora…

Sessizliği hissetmek , doğanın güzelliği ile tanışmak adına , Yedigöller’e kısa bir tur…

Keyifli seyirler ,

Kuzguncuk

21.10.2011
Eve giderken rotayı Kuzguncuk’a kıvırmak…
Dizilere mekan aşklara konu olan Kuzguncuk’ta şirin bir yer Çitare…Yıldızdan gelen anlamı ile ışık tutar cinsten…Yılları devirmiş Kuzguncuk’ta Kuzguncuklu’larla..
Argun hoca ile ise yolları birleşmiş Ağustos’ta…Yaratıclıgı ve farkındalığı ile mekana samimiyet , dostluk ve sıcak bir hava katmış gelen her misafirine giden ana kadar tavırlarıyla, gülüşü ve sohbeti ile…
Bizden biri Argun , ilk mekanı Fıstıkağacı’nda ‘’Bizim Mekan’’ ne de olsa, kolay değil böyle havayı yaratmak , dolu dolu bir hayat bırakmış arkasında…Mutfak ilk dostu belki de en kadim olanı…
Şimdi de hünerlerini Çitare’de bir güzel sergiliyor , her yerinde bu kısa sürede ayak izi var , mufağın her yerinde parmak izi olduğu gibi…
Bu gece misafiri olarak Çitare’de birlikte olduk..’’’’’Sıcak şarap yapıyorum atla gel’’ demesi ile Kuzguncuk’un o dar sokaklarından geçerek mekana geldiğimde koşturmaca içinde buldum kendisini…
Sobayı yeni kurmuş , başına da bir tencere koymuş alttan ısınarak , içinde meyve kabuklarını da yerleştirerek odun ateşinde bir güzel hazırlıklara koyulmuş…
Çitare’nin hemen arka bahçesinde…5 metre ötesi İstanbul’un keşmekeşi, ama hemen arkası muhabbetin merkezi , sessizliğinizi dinleyebiliyoruz gözlerinizi kapatarak arka fondan gelen bir keman bir piyano melodileri ile…Sonsuzluk belki de bu belki de huzur yoğun geçen günün ardından bir durak noktası veya yeni hafta öncesi yenilenme yeri…
Dekoru ile havasını da soluyabiliyorsunuz…Ahşap kokusu hemen burunlara geliyor ki bugün sıcak şarabın meyve kabukları ile odun ateşinde pişirilmesi adeta bir şarabın meşeden yeni çıkma hevesini andırırcasına..
Sucukları da hazırlamış önceden hazır nar gibi kızarmaya…Soğuk havaların değişilmez menüsü , sucuk ekmek arası , yanında da sıcak şarabı…
Argun hoca’nın özenle hazırladığı şarabın her yudumunda emeği de yudumluyorsunuz afiyetle, alın terini hissediyorsunuz her kadehe değişinizde cebinizi yakmadan hem de…
Sucukların , kızarmış ekmekle servis edilişini de odun ateşinde hemen alevin üzerinde izlemek de görülmeye değer , sırtınızda belki şal belki montunuz , içiniz titreyerek birazdan da sıcaklığı hissedecek olmanın keyfi de paha biçilemez cinsten…
Her Cuma Cumartesi Pazar akşamları soba başında kadife gibi bir ortamda sadece müzik ve şarap isteyenlere duyurulur…

Varlik Sezgin

KAN ve..

(Saat: 01.00 , olaydan yaklaşık 24 saat sonra )

Pastırma yazının henüz başında güzel bır güne uyandığımı düşünmüştüm ki o heves ve heyecan ile Ofis’e dogru giderken radyoda dinlediklerime inanamadan doğruca gazete sayfalarını çevirdigimde karşılaştım o acı haberle…
Evet , yine sehit haberi , bu sefer 1 deği 2 değil 3 5 10 hic değil…Ne fark eder ki bir şehit haberlerine bile tahamül edemediğimiz şu günlerde tam 26 sehit bir anda , gazetelerın siyah sayfaları ve 26 ocağa düşen o ateş…
Bir tabur asker bir anda , vatan uğruna , bir karış toprağı korumak adına, hain pusuda daha kuzu yaşlarında kefenin o soğuk mahberi ile tanıştılar…
Evet, bizler uyandık ,ama onlar sonsuz uykuya daldılar…
Neler yaşadılar o an ? ellerinde kocaman silahlarla karşılarında ne için savaştığını bilmeyen yok yere birilerinin dolduruşuna gelmiş bir avuç insan topluluğu…Kendilerini, bir milleti temsil ettiklerini iddia eden , dağlarda insandışı yaşayan bir insan topluluğu…
Her tetiğe basışta, bir yürek hopladı, bir can gitti…26’sı şimdi melek oldu yok artık aramızda, 22 ‘si de mücadele ediyor , belki bir bacağı yok, belki kolu koptu, belki komada yoğun bakımda…
İşte bunlar oluyordu Güneydoğu’da sırf bizler uyanalım ve yataklarımızdan kalkıp doğruca koşuşturmacada kaybolalım diye…
Onlar ise bedenlerini kaybettiler…
Bugünüm bunları düşünerek geçti…Ruh gibi öylece…Sonra aldım bohçamı yine aynı terane…
Ama bu sefer elim cebimde sadece yürüdüm sokaklarda, baktım insanlara, vitrinlere dokundum ağlıyorlar mı diye içimin kan ağladığı gibi…
Ateş düştüğü yeri yakıyor tabii ne acı…Bu hepimzin acısı…Bir iki kişinin konuşmalarına kulak misafiri oldum sokakta…
‘’ Evet ya yazık oldu , lanet olsun ‘’ bir iki de küfür sıkıştırdılar araya peki ya sonrası, ‘’ akşam nereye gidiyorsun, şuraya gideceğiz sen de gel’’ ile devam eden cümleler peşi sıra…
Tabii canım, hayat devam ediyor, ölenle ölünmez ya…
Ne de olsa tolere ediyoruz, ama bu sefer edemiyorum ben..Etmek istemiyorum…Unutmak istemiyorum unutturulmaya çalışılsa da, kandırılmaya çalışılsak da…
Taşın altına elimi koymak istiyorum…Ne yapabilirim bir varlik olarak??
Çözümü nedir? E ne yapılmalı ? Şunu biliyorum ki en azından doğru siyaset yapılmalı , anlamlı tek hamle ile 1000 kere düşünüp bir kere konuşulmalı ve ona göre aksiyon alınmalı ,
Hükümetten gelen bir açıklama ile ‘’gak’’ deniyor, dolar düşüyor , ekonomi çöküyor, borsa diplerde şehit haberleri , ‘’ guk’’ deniyor ne olduğu belli olmuyor ama yine canlar yanıyor…
Gündemin çok yoğun olduğu bir ülkede yaşıyoruz…Sürekli bu denli bir değişiklik olabilir mi ??
Ekonomi , zam haberleri , yatırımlar, siyasi partilerin atışması , baş örtüsü , türbanlıymış değilmiş , din istismarllıkları ,seçimler, referandumlar , deniz fenerleri , ergenekon , balyoz , sonrasında da kimin eli kimin cebinde haberleri ve dizi dünyasında kaybolmak ertesi gün Bihter şurda, peki ya Fatmagül’ün suçu neymiş miş??…
Hükümet yetkilileri çıkıp,’’ acımız büyük diyecekler’’ dün dedikleri gibi, yarın da denecek eğer taşın altına ellerini koymazlarsa, bu kangren olmuş yarayı tedavi etmeyip, tuz basacaklarsa…
TV programlarına çıkıp yorum yapan yorumcular da yok mu ?, akşam hepsini otur tek tek dinle , bak bakalım ne diyorlar..Sonuca varılabiliniyor mu ? laf kalabalığı ile biten yorumlaşmacalar…
Televizyonu açıp, birşeyler izlemek mi ? Açıp da ne izleyeceksin…Peki, sırf vakit geçirmek için güzel bir yol haklısınız ama o vakit ömrümüzden geçiyor ki en nefret ettiğim şey oldu artık..’’Vakit geçirmek için’’ öylece boş boş bakmak…Bir an TV olmadığını düşündüğünde sadece o vakit boyunca yatıyorsun veya oturuyorsun bir elinde çay diğerinde kumanda…
Ertesi gün duyuyorsun , sıcak odanda öylece otururken neler yaşandığını…
Olan mehmetlere oluyor bugün olduğu gibi…
Apolitik yetişen bir nesil hazırlanıyor, en azından 80 darbesi ile temelleri atılan bir nesil ki ben de o neslin bir üyesiyim…
Ama artık öyle olmamalı ? Bunu çözümü siyasetse siyasete hazırım , silah alıp dağlara çıkmaksa ona da hazırım…
Bir de şu var ,
Adliye saraylarının büyük olması önemli değil, Adaletin büyük olması önemli bence…
Şehit ailelerin bir bakın profiline, kim bilir ne sıkıntılar yaşamıştır yıllardır , onurlarını korumak için karınlarını doyurmak için, tek devlet kapısı olmuştur askerlik…O da yakmıştır yuvalarındaki fidanı…
Yanlıs politika mı ? yanlıs alınan kararlar mı ? bilinmeyen ilişkiler mi ?
Valla ne derseniz deyin , politik oyunlar her an başımızın ucunda…Samimi olmayan ifadeler her an gazeteleri süslercesine sayfalarda manşetlerde…Farketsek de farketmesek de birileri ceplerini doldurmaya devam edecek ve terör laneti çözüm bulunmadıkça böyle devam edecek…
İçim yanıyor içim kan aglıyor…26 tane daha can gitti…26 yuvaya daha ates düştü…Lanet
olsun düzene, lanet olsun onlara bu gücü verenlere, lanet olsun bölücü düşünenlere, lanet
olsun onlara bu imtiyazı tanıyanlara, lanet olsun o tetikleri cekenlere, lanet olsun kan
dökenlere, lanet olsun bu duruma sevinenlere, lanet olsun yarın yine birşey yapılmayacaksa
lanet olsun…
Sonuna kadar lanet ediyorum ,
‘’TÜRKİYE KAN AĞLIYOR’’ ,

Avrasya

Her yıl Takvimler Ekim ayını gösterdiğinde IBB tarafından Avrasya Maratonu gercekleştirilir…Bu sene de 33. Kez yürümek, koşmak adına körüden önce son çıkış Altunizade Koprusu’nde bulustuk…
Sayı bu sene bir oncekiler kadar olmasa da yine de 80.000 civarına dayandı…
Biraz yağmur biraz soğuk ve rüzgar , Pazar sabahı sıcacık yataktan kalkılmasına engel olsa da 20 milyona yakın kişinin yaşadığı şehirde 80 bine yakın insanın hevesini kırmadı kıramadı…
Kimileri koşmaya, kimileri köprüden yürüyerek geçmeye kimileri de kimilerinin zorlaması ile gözlerinden hala uyku aka aka dökülmüştü yollara ve yerini almıştı sırada…
İlk grup 15 km’lik koşu parkurunu tamamlamak icin start cizgisinde yerini almıştı ki IBB Baskanı Kadir Topbaş’ın startı vermesi ile koşu başladı…
Bir hırsla çoluk çocuk genç yaşlı, koşmaya koyuldular…
Asıl olay ise arkalarda bekleyen İstanbul halkı, start çizgisinde yerini almıştı…Ellerde bayraklar filamalar , kimileri grup halde kimileri eşi çocugu ile bir tel örgünün hemen ardında sabah kahvaltı yapmış yapmamış,serin Pazar sabahı’nda Kadir Topbaş’ı bekliyorlardı, Avrupa’yı Asya’ya bağlayan Istanbul’un gerdanı Boğaziçi Koprusu’nden yürüyerek geçmek için…
Bekledikçe havanın soğuması ile titremeler artsa da peşine öncesinde ahmak ıslatan şeklinde sonrasında da sağnak yağmur ile köprüye doğru yola koyuldu Istanbullu’lar…
Hoş bir seda gibi, bir kan damarının içerisinde hunharca seyreden hücreler gibi, rotamızı Avrupa’ya çevirmiş hep bir koldan yürüyüşe başladık…
Şarkılar türküler bir yanda sloganlar haykırışlar bir yanda , bir yanda da rüzgarın sesi kemikleri titretircesine her geçen saniye desibelini de artırmıyor değildi hani…
Köprü’nün tam ortasında semaverini açanlar termosundan bardaklarına çay dökenler , çantasından simit poğaça ile kahvaltıyı Boğaz Köprüsü’nde yapma vakti gelmişti artık, yılda bir defa da olsa…
Tabi güvenliği de unutmamak gerekir..Her türlü intihar teşebbüsüne karşı da 5 metre de bir güvenlik görevlileri Köprü’de yerini almıştı…
6 yıl gibi kısa sürede Japonlar tarafından yapılmış ,29 Ekim 1973 yılında İsmet İnönü ile ilk geçişi yapılan , Boğaziçi Köprüsü’nden yürüyerek geçmenin zevki paha biçilemez…
Eskort eşliğinde Boğaziçi Köprüsü’nden geçen bir Bono kadar olamasak da, tek yürek tek bilek 80 bine yakın Istanbullu güle oynaya kazasız belasız köprüden geçmesini bilmiştir…
34. Avrasya Koşusu’nda görüşmek dileğiyle,
Sevgiler ,
Varlik

St.Peter

Herşey sadece dünyayı şöyle bir cevirip parmak ucu ile durdurulması ile başladı…İç güdüsel keşif ruhunun da etkisi ile parmağım bu sefer St.Petersburg’da kaldı.Kuzeyin Batı’ya açılan kapısı,tabi hepsinin bu olmadığını dönüş yolculuğunda anlayacaksınız.
Takvimler Eylül 2011 ‘in 2. Çeyreğini gösterdiğinde, Rus Havayolları ile bir cuma akşamı kendimi uçakta buldum.Sadece tek bir sırtçantam ve tabiki fotoğraf makinem ile.
Nereye nasıl ne şekilde kaçta nerede gibi mefrumlarını hiçe sayarak , tam üç saatlik uçak yolculuğu sonrası sabaha karşı , Pulkovo Havaalanı’na inişte macera başlamış oldu…
Artık Kuzeyin incisi , Rusya’nın göz bebeği , su kenti St.Petersburg’a inmiştim.
Baltık Denizi kıyısında, Neva Nehri üzerine 42 adaya yayılmış tahmini 5 milyona yakın nüfusu ile St. Petersburg 1703’te Çar Petro tarafından kurulduğu günden bu yana ülkenin batıya açılan penceresi adeta.
Şehir ,yüzölçümü olarak da normallerden çok daha büyük olması, Havaalanı’nı şehrin çokça dışına atmış,dolmuşlarla şehrin bir yerine kadar gelebiliyorsunuz.Sonrasında da 19.yy’ın ortalarından beri hizmet veren köstebek yuvaları gibi günün de büyük bölümünün geçtiği Metro hattı…İnanılmaz belki ama hayat hiç durmuyor, tabi Metro da…
Sabah 5.00 gibi Metro’ya binip , önceden yer ayırttığım otele gittim.Zaman kaybetmeden, hayatı yaşama adına fotoğraf makinemi ve haritamı aldığım gibi daldım sokaklara, caddelere…
Güneş de bu arada kendini doğudan doğru göstermeye başlamıştı…Havayı iyiden iyiye ısıtmış, sokaktaki nüfüs da bir bir artmaya başlamıştı…Bir o yana bir bu yana koşuşturan insanlar, metroda uyuyanlar, dolmuşu otobüsü bekleyenler ve daha neler neler…Bildik bir şehir manzaraları, peki ya devamı ?
Kanalları ve köprüleri ile ‘’Kuzey’in Venedik’i’’ olarak anılan St.Petersburg , geniş bulvarları ve Çarlık döneminden kalma devasa binaları ile korkunç ihtişamlı bir kent.Tarihi,kültürel ve mimari önemi dolayısıyla UNESCO tarafından korumaya alınan nadir yerlerden…Geçmiş ile günümüz arasında tura çıkmış gibi hissettiriyor her adımda..Yapılardaki ihtişam ve emek hemen göze çarpıyor…
Ünlü liderleri Lenin’in , devrimin zaferini deklare ttiğinden dolayı bir zamanlar Leningrad olarak anılsa da, referandum sonrası halkın tercihi ile St.Petersburg olarak değiştirilmiştir.
Hotelin olduğu Bolshoy Prospekt ( Bolshoy Caddesi ) ten rotamı belirlemiş ve yola koyulmuştum artık.Uzun caddeleri ucu bucağı olmayan sokakları ve bulvarları ile hiç bitmez düşüncesi ile yürüyerek, kanalları da geçerek eşsiz manzarası ve doğası ve tabiki de yapıtları ile insanı başka alemlere götürüyor şehir.Adeta bir film seti gibi…Her bina ayrı bir tarihe sahip..İhtişamini da unutmamak gerek tabii.Coğrafi yapısının düz olması da gözden kaçmayacak ufak bir detay.
Simdi daha çok hak veriyorum Japon’lara..Tatilleri boyunca neden sürekli fotoğraf makinelerini ellerinden düşürmediklerini…Bir elimin sürekli deklanşörde olmasının sadece benim suçumun olmadığını bir kez daha anlamış oldum bu şehirde.
Devasa Dvortsavaya Meydanı, şehri gezmeye başlamanız için bulunmaz bir yer.Binaların arkasından güneş gibi parlıyor adeta.O kadar geniş ki belki de 10 futbol sahası büyüklüğünde…Her yer turist dolu.Turlarla uzak diyarlardan gelen binlerce turist, o koca meydanda deklanşör seslerini duymanız içten bile değil…Hemen arkasında da Dünya’nın en büyük 3.müzesi Hermitage , korkunç ihtişamı ile yıllara meydan okuyor..Belki de hayatta en az bir kere de olsa görülmesi gereken bir yer burası..Bina Çarlık döneminde Kışlık Saray olarak kullanılıyor olsa da, asıl hikayesi de bundan sonra başlıyor.18.yy.’da 2. Katarina’nın Berlin’den getirttiği 225 parça resim koleksiyonu ile bir kumbara gibi her yöreden getirtilen resimler , heykeller ve çok değerli abilderle günümüze kadar etkisini sürdürmuş bir yer.Ayrıca müze içerisinde kaybolmamanız içten bile değil.
Leonardo Da Vinci , Van Gogh , Raphael, Picasso ‘nun eserlerine ilgi duyuyorsanız ,sabah erkenden sıraya girmenizi tavsiye ederim.Ne de olsa bir sıra dünya var kapısında.
Şehrin kaldırımlarında yürürken manzaraya o kadar doyuyorsunuz ki acıkmıyorsunuz bile..Rus mutfağı sanılanın aksine çok zengin değil.Komşu ülkerlerin mutfaklarından çok etkilenmiş..Hatta bilinen Rus salatası bile ‘’Oliviye’’ adı ile Fransa’dan alıntı. Şaşlık denilen yemek ise bildiğimiz şiş kebabın çakması.
Pencakes ise bir nevi gözleme..Ama nispeten farklılığını yaratmış o yörede.İçine konulan tavuk, et, mantar ve krema ile soğuk havaların bir nevi fast-food u kıvamında.Heryerde bulmanız mümkün..
Eğer deniz ürünlerine ilgiliyseniz de suşhi restaurantları her caddede mevcut.Ne de olsa dört bir yanı su kanalları ile örülü su şehri…
En işlek cadde Nevsky Prospekt ise şehrin bir markası adeta.3 km’ye yakın uzunluğu, restaurant,kafe ve eğlence mekanları ile geceyi gündüz yapan nitelikte.Genelde yerel halkı görmeniz bir yana , turist ağırlıklı olup, her ülkeden birileri ile karşılaşmanız mümkün…
Aslanlı köprü , St. Catherine Kilisesi , Puşkin Tiyatrosu , Dostoyevski’nin evi bir diğer görülmesi gereken yerlerden…
Gece hayatı açısından asla sıkılmayacağınız bir şehir burası.Her türlü müzik tercihinize hitap eden yüzlerce mekan bulabilirsiniz…
Yalnız unutmadan hatırlatmakta fayda var, gece saat: 01.30’dan sonra köprüler açılıyor…Olası gecikme durumunda gittiğiniz adada kalma riski bulunmakta..Tabii onu da eğlenceli bir hale getirmek tamamen sizlerin elinde…
Doğru rotada doğru zamanda nice güzel gezilerde ,unutulmayacak anılar yaşamanız dileğiyle ,
Keşfe devam ,
Varlik Sezgin
http://www.varliksezgin.wordpress.com

Ecz. Varlık Sezgin